Sayfalar

26 Mart 2012 Pazartesi

SEYHANCA BİLGİLENMECE

CABER KALESİ TÜRKİYE SINIRLARI DIŞINDA BULUNAN TEK TÜRKİYE TOPRAĞI 


 Caber Kalesi Suriye’nin kuzeyinde, Fırat Nehrinin sol kıyısında eski bir kale. Rakka şehrinde Balis’e giden yol üzerinde, Rakka’nın 50 km batısında, Halep şehrinin 110 km doğusunda yer almaktadır. İslamiyetten önceki devirde ve İslamiyetin başlangıcı sırasında buranın ismi Davsara idi. Müslüman coğrafya alimleri burası için "Davsen" adını kullandılar. Hicri 5. asırda Beni Kuşeyrli Ca’ber tarafından zaptedildiği için bu isimle şöhret bulmuştur. Bu kale 1087’de Sultan Celaleddin Melikşah tarafından zaptedilmiş ve Halep’teki Ukaylilerin sonuncusu Salim’e verilmiştir. 1146’da Musul Emiri Atabeg Zengi tarafından kuşatılmış ise de, ölümü üzerine zaptedilememişti. Ancak daha sonra bu kale Ukayliler tarafından Atabeg Zengi’nin oğlu Nureddin Zengi’ye teslim edildi. 1206’da Harzemşahların istilasına, 1260’ta da zalim Hülagü’nün yağmasına ve tahribatına maruz kalmıştır. Memluklüler zamanında Haleb’e bağlanan kale, Kılavun’un hükümdarlığının son zamanlarında tamir edilmiş sonra da Döğer adlı Türkmen Boyunun eline geçmiştir. Döğerli beyler, Memluklüler ve Osmanlılar zamanında kaleye hakim olmuşlardır. Osmanlı vak’anüvislerine göre Ca’ber Kalesi, Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Beyin büyük babası, Fırat Nehrini geçerken şehid olan Süleyman Şahın gömüldüğü yerdir. Burada Süleyman Şaha ait olduğu tesbit edilen türbe, Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılmıştır. Caber Kalesi Osmanlı Devleti zamanında Rakka kazasına bağlı bir nahiye merkeziydi. Birinci Dünya Harbinden sonra Osmanlı Devletinin yıkılması üzerine 1918 yılı sonlarına doğru İngilizler tarafından işgal edildi. Sonradan Suriye Devleti sınırları içine dahil edildi. Osmanlı vak’anüvislerine göre Caber Kalesi, Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Beyin büyük babası, Fırat Nehrini geçerken şehid olan Süleyman Şah'ın gömüldüğü yerdir. Burada Süleyman Şaha ait olduğu tesbit edilen türbe, Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılmıştır. Caber Kalesi Osmanlı Devleti zamanında Rakka kazasına bağlı bir nahiye merkeziydi. Birinci Dünya Harbinden sonra Osmanlı Devletinin yıkılması üzerine 1918 yılı sonlarına doğru İngilizler tarafından işgal edildi. Sonradan Suriye Devleti sınırları içine dahil edildi. 20 Kasım 1921’de Türkiye ile Fransa hükumetleri arasında imzalanan Ankara İtilafnamesinin 9. maddesi gereğince; Osmanlı sülalesinin kurucusu olan Sultan Osman Hanın büyük babası Süleyman Şahın, Caber Kalesindeki Türk mezarı diye tanınan kabri, müştemilatı ile beraber Türkiye’nin malı sayılmış ve Türkiye’ye orada muhafızlar bulundurmak ve bayrağını çekmek hakkı tanınmıştır.

KUPANIN ARDINDAN BİRKAÇ KELAMIM VAR

Şampiyonlar Ligi Şampiyonu... Planlı, programlı ve zamana yayılarak adım adım kazanılan bir başarı...Bu işin tohumları 2004 yılında Aziz Yıldırım tarafından atıldı..O sene 2. ligden çıkan Fenerbahçe Bayan Voleybol takımı kadrosunu kuvvetlendiren Başkan zamanla gerek klübün imkanlarını kullanarak ve gerekse son yıllarda da önce Acıbadem Grubu ve bu sene de Universal Hastaneleri grubunu Sponsor yaparak ve de bitmeyen bir inatla önce Türkiye de daha sonra da Avrupa da her yıl artan bir başarı grafiğiyle önce Dünya Şampiyonluğu kupasını ve en sonunda da Avrupanın en büyük kupasını aldırttı takımına...Bu kupada herkesin emeği çok ama ben olsam Kupayı Metris'e götürürdüm... Geçtiğimiz yıl bir lafı vardı Aziz Yıldırım'ın "Amatör şubelere harcadığım parayı Futbola kaydırsam her sene Şampiyon olurduk ama ben Fenerbahçe'nin tüm branşlardaki başarılarıyla birlikte bir Spor Klübü yapmaya çalıştım "... Türkiye'deki başarılarının yanı sıra, Voleybolde Dünya ve Avrupa Şampiyonlukları, Boksta Dünya ve Avrupa Şampiyonlukları ve Olimpiyat dereceleri, Atletizmde Avrupa Şampiyonlukları, Masa Tenisinde Avrupa Şampiyonluğu adaylığı, Bayanlar Basketbolde adım adım Avrupa zirvesi... Teşekkürler Aziz Bey, teşekkürler Sarı Melekler...

25 Mart 2012 Pazar

GÜNÜN HiKAYESi

                       KAYBETTİĞİMİZ DEĞERLERDEN

Nazım Hikayesi deyince yanlış anlaşılmasın Nazım Hikmet hikayesi değil bu. Burada sözü edilen Nazım 1890'larda Mersin valiliği yapan Nazım Paşadır. Osmanlı Devlet geleneğinin tersine biraz dik başlı bir adamdır bu Nazım Paşa. Mevlevi yani Mevlana mürididir. Ama aynı zamanda da ulusalcıdır. Anti Emperyalisttir. Özellikle bu yıllarda iyice abaran ve yabancılara (özellikle de Alman Fransız ve İngilizlere) büyük ayrıcalıklar tanıyan uygulama ve kanunlara büyük tepkisi vardır. Osmanlı topraklarında yaşayan bir İngiliz'in ya da Fransız'ın Osmanlı yasalarına değil de İngiliz ya da Fransız yasalarına tabi olmasını bir türlü kabullenememektedir. İşte bu Mevlevi şairlerinden Nazım Paşa'nın Mersin valiliği sırasında bu kentte yaşayan bir İngiliz -ki kendisi bir lord'dur- pazardan aldığı zerzavatı taşıyan (10-12 yaşlarındaki) küfeci çocukla para konusunda tartışmaya girer. Bir küfeci çocuğun isteyeceği para ne olabilir? O günün Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan 10-12 yaşında küfeci bir çocuğun ufku nereye kadar gidebilir ki? İstediği para lordun belki de içtiği tek bir puronun maliyeti değildir. Koskoca bir lord bu üç kuruş para için çocukla tartışır. Laf uzar... Sonunda lord efendi bastonunu kaldırır çocuğun kafasına vurur. Çocuk düşer ölür. O yıllarda böylesi bir olayın ne önemi olabilir ki... İstanbul'da padişahlık yapan II. Abdülhamid gücü Türklere yeten, arkasına emperyalistleri alan kimseye ses çıkartamayan ama Türk gazeteci ve yazar takımına (mesela Namık Kemal'e) kan kusturan dışarda kedi içerde kaplan bir adamdır. Bu nedenle de çocuğu öldüren lord nasıl olsa herhangi bir ceza almayacak, hatta belki de lord'a hakaret ettiği gibi bir gerekçe ile ölen çocuk suçlu bulunacaktır. Evdeki hesap çarşıya uymaz. Hesaba katılmayan bir faktör vardır Mersin'de. Olay olur olmaz lordu tutuklar. Ne önemi var ki, diye düşünür herkes... Nasıl olsa İngiltere'nin İstanbul Büyükelçiliği Abdülhamid'i sıkıştıracak ve lordun en fazla bir iki gün içerisinde serbest kalmasını sağlayacaktır. Bunu Nazım Paşa da bilmektedir. Bu nedenle de alel acele bir mahkeme heyeti kurar. Lordun savunması için bir avukat bile tayin eder. Haksız bir yargılama olmaması için gereken herşey yapılır. Hakça adil bir yargılama olur ve lord idama mahkum edilir. Yine alel acele idamı onaylar, cellat ayarlanır ve lord aynı günün gecesi sabaha karşı asılır. Olay üzerine burnundan soluyan İngiliz Büyükelçisi limanda demirlemiş olan İngiliz Donanmasının Mersin'i topa tutmasını bile talep eder ancak Nazım Paşa kentte yaşayan ingiliz vatandaşlarının kenti terketmesini yasaklayınca kenti topa tutma tehditi boşa gider. İntikamı alınsa bile can veren minik yavru ölür. Lord efendi de verdiği kelle ile kalır. "Şanlı tarihimizde" örneği zor bulunan (yine de arada sırada çıkan) şerefli devlet adamının en iyi örneklerinden birisidir Nazım Paşa ve bu olaydan yaklaşık on yıl sonra Selanik'te doğan Nazım Hikmet Ran'ın baba tarafından dedesidir.(Kaynak: Rady Fish "Nazım'ın Çilesi" adlı belgesel romandan)

CUMHURİYET TARİHİNDEKİ EN SEVDİĞİM PROJE /KÖY ENSTİTÜLERİ



Kalkinmanin koylerden baslamasi kurtulusumuzdu.. Ancak..!!

   Sesi aciniz ve guzel bir muzik esliginde,  heba edilen projeyi
 dusununuz..  ÜZÜLECEKSİNİZ....






http://www.dailymotion.com/video/x8wxu9_koy-enstytulery_news




"Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır."
"Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur."
Mustafa Kemal ATATÜRK

BİLGİLENMECE

Onca yıldır araba kullanırım, ilk defa duyuyorum. Çoğu zaman başka araçlara bindiğimde hep şaşırırım. Yabancı bir arabaya bindiniz . Benzin azaldı. Benzin istasyonuna gireceksiniz. Acaba bu arabanın benzin deposu sağda mı yoksa solda mı? Cevap çok basit, Benzin göstergesine bakın, orada bir pompa işareti var. Eğer depo sağda ise, hortum ve tabanca, pompa şeklinin sağında, '' '' solda ise, hortum ve tabanca, pompa şeklinin solunda.

SEYHANCA BİLGİLENMECE





Türkler'in Şamanizm'den İslamiyete geçişi yüzyıllar öncesine dayansa da günümüzde Şamanizm'den kalan birçok adet ve gelenekleri bulunuyor. İşte onlardan birkaçı: 
 Su dökerek uğurlama: Gidenin arkasından su dökmek eski Türkler'deki su kültünün doğurduğu bir adettir. Mum: Câmi avlularında mum yakılması, ağaçlara bez ve çaput bağlanması da Şamanizm döneminden günümüze aktarılan geleneklerdir. 
 Tahtaya Vurmak: Yine, istenmeyen bir olay duyulduğunda tahtaya el ile tokmak gibi üç kere vurulması da, kötülükten korunmak, kötü ruhların duymasını önlemek amacına yönelik eski bir Şaman inanışıdır. Bazısı Amerikalılar'a da geçmiş adetlerdir. geçerken Kuzey Buz Denizi'ndeki Bering Boğazını kullanmış olsa gerektir. Zira Amerikalılar da "knock on the wood" deyip 3 defa tahtaya vururlar. 
 Kurşun Dökme: Kurşun Dökme de Şaman geleneklerinden kalan bir âdettir. Şamanlar bu ritüele “Kut Dökme” anlamına gelen “Kut Kuyma” adını vermişlerdi. İnsana musallat olan kötü ruhların olumsuz etkisini ortadan kaldırmaya yönelik olarak çok eski dönemlerde uygulanan sihir kökenli bir ritüeldi. 
 Kırmızı kurdale: Loğusa kadınların başına bağlanan kırmızı kurdela Şaman döneminden günümüze kadar ulaşmış bir adettir. Bu kurdelanın anneyi ve yeni doğan çocuğu, albız denen şeytana karşı koruduğuna, özelikle Alevilik'de gözlemlenen mezarın başına bağlanan kırmızı kurdelanın da ölüye kötü ruhların musallat olmasını engellediğine inanılır
 AY: Anadolu'da yeni ayın görünmesi sırasında yere diz çökerek niyaz edilmekte, gökyüzüne, aya ve toprağa bakarak dilekte bulunulmaktadır. Yeni ayın yeni umutlara ve yeni başlangıçlara vesile olacağı düşünülür. Bu olgu da Türkler'in eski Göktanrı inancından kaynaklanmaktadır. 
 40 Sayısı: Eski Türk inanışına göre ruh fizikî bedeni 40 gün sonra terk etmektedir. Türk destanlarında kırk sayısı çok yer alır ve kırk yiğitler, kırk kızlar epeyce geçer. Manas destanında olduğu gibi, Dede Korkut hikâyelerinde kırk yiğitler görülmektedir. Kırgız türeyiş efsânesinde de, Sağan Han’ın bir kızı ve otuz dokuz hizmetçisi ile kırk kız bir gölün kenarına giderek sudan gebe kalmışlardı. Oğuz’un verdiği şölende, diktirdiği sırıkların boyu kırk kulaç uzunluğunda idi. Hikâyelerde ve masallarda kırk gün ve kırk gece düğünler, kırk haremiler, kırk satır ve kırk katır çok geçer. Bazı ejderhalar vardır ki onlar yenilmez ve ölmezler, ancak bunların tılsımları bozulursa ölürler. Bu gibi ejderhaların kırk günlük bir uyku zamanı vardır. İşte bu zamanda ejderhanın yanına gidilir, üzerinden kırk tâne kıl koparılır, ateşe atılarak yakılırsa ejderha da ölür. 40 sayısı da totemcilik döneminden kalma bir inanıştır. Semâvî dinler dâhil tüm dinlerde 40 sembolizmasının görülmesi dinlerin evrim süreci konusunda fikir vermektedir. İslâmiyet'te ölümün ardından 40 gün geçtikten sonra Kur'an ve Mevlit okutma âdetlerinin, Musa'nın Tanrı'nın buyruklarını Tur dağında 40 gün 40 gecede almasının, eski Mısır’da firavunun ölümünden kırk gün sonra cennete gidebilmek için bir boğa ile mücadele etmek zorunda kalmasının, Hıristiyanlar'ın paskalyaya 40 gün oruç tutarak hazırlanmasının, Ayasofya kilisesinin zemin katında 40 sütununun ve kubbesinde de 40 penceresi olmasının kökeninde o devirlerden kalma Şaman veya totem geleneklerine benzetilmektedir. 
 Mezartaşı: Şaman âyin sırasında yardımcı ruhlarını kullanmaktadır. Ölülerin, âilenin vefat etmiş büyüklerinin, eski Şamanlar'ın ruhlarının, ormanın, suyun ve yerin yardımcı ruhlarının da Şaman'a yardım ettiği kabûl edilir. Ölen büyüklerin ruhlarının çoğalması sonucu bu ruhların en kıdemlisinin ruhların başına geçeceğine ve bunun da diğerlerinin yardımı ile Şaman'a yol göstereceğine inanılır. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar Şaman'a gökyüzüne yapacağı yolculukta yardımcı olmaktadırlar. Toplumda ulu kabûl edilen kişilerin ölümünden sonra ruhlarından medet ummak mezarları kutsamış ve bu yerler medet umulan yerler hâline gelmişlerdir. Günümüzde mezar, türbe, yatır ve benzeri yerlerin ziyareti ve bunlardan medet umulması da bu inanç sisteminin devamı olarak ortaya çıkmıştır. Eski Türkler’de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın veya mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir. Arap dünyasında mezar taşı yoktur. Ölünün toprakla bütünleşmesi ve zaman içinde kaybolması istenir. Kutsanması günahtır. Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın san'at eseri hâline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülmektedir. Dilek tutma: Göktanrı inancında kanlı kurbanlardan başka bir de kansız kurbanlar vardır. Saçı, yalma, yani ağaçlara veya kamın davuluna bağlanan paçavralar, ateşe yağ atma, tözlerin ağızlarını yağlama ve kımız serpme gibi törenler bu kansız kurbanlardır. 
Ölüm: Şamanizm'de köpek ruhun yaklaştığını uzaktan acı ulumayla haber verebilmektedir. Sıradan bir kişi bu ruhu görürse bu onun pek yakında öleceğine işaret sayılır. Anadolu’da günümüzde köpek uluması uğursuz sayılmaktadır. Köpeklerin bâzı olayları önceden algıladıklarına ve bunu uluyarak anlattıklarına inanılır. İçki: Şamanlar (kamlar), Tanrı ve koruyucu ruhlar için arak (rakı) saçı saçarlar, bu kansız kurban sayılır. Oysa İslâm’da içki içilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Eski Türk kültüründe içki içilmesi yaygın bir gelenektir. Özellikle düğünlerde ve mutlu günlerde müzik eşliğinde içki içilmesi geleneği vardır. 
 Kubbe: Ayrıca, cami mimarisine kattığımız "kubbe" gök tanrı dini'nden taşıdığımız bir durumdur. 
 Nazar: Anadolu’da halk arasında “nazar” olgusu çok yaygın bir inançtır. Bâzı insanların olağandışı özellikleri olduğu ve bunların bakışlarının karşılarındaki kimselere rahatsızlık verdiğine, kötülük yaptığına inanılır. Bunun önüne geçmek için “nazar boncuğu”, “deve boncuğu”, “göz boncuğu” v.s. takılır. Nazar olgusu da eski Türk inançlarındandır. 
 Halı Kilim Desenleri: Şaman'ın üzerine giydiği giysiye yılan, akrep, çiyan, kunduz gibi yabanî ve zararlı hayvan şekilleri çizilerek onların kaçırılacağına inanılırdı. Bugün Anadolu’da Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim gibi örgüler Şaman giysilerinin izleri taşımaktadır. 
 Müzik: Şamanlar âyinlerinde davul ve kopuz kullanmışlardır. Müziksiz bir âyin düşünülemez. Oysa İslam dininde Kur'an dışındaki dinî eserlerin müzikle okunması günahtır. Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu’da Hz. Muhammed'in, Hz. Ali’nin hayatları müzikle okunmaktadır. Mevlit ve İlâhiler sâdece Anadolu’da uygulanan müzikli anlatımlardır.